19 Haziran 2008 Perşembe

Ağlarsın

“Değer mi” diyordu “O göz yaşlarına…”
Oysa ki insanı insan yapan o iki damla yaş değilse nedir?
İnsandan çok kime lazım gelir yanaklardan süzülen o iki damla ?
Hangi söz anlatabilir ki o iki damlanın anlatabildiklerini?

Sevinirsin ağlarsın, üzülürsün ağlarsın…
Kavuşursun ağlarsın, ayrılırsın ağlarsın…
Seversin ağlarsın, kızarsın ağlarsın…
Daha doğarken ağlarsın arkadaş... Daha doğarken…
Var mı bundan ötesi?

Hangisi daha gerçekçidir sahtesinin,
Ağlamanın mı, gülmenin mi?
Gülerken güller açıyor mu gamzelerinde?
Ya ağlarken… Ağlarken yürek soluyor mu okyanuslarda?
Ayırabildin mi peki sahtesini gerçeğinden?

Galiba ben ayırabiliyorum artık…
O farkında olmasa da…
İki sahte tebessümün,
İki çift sahte gözyaşından daha değerli olmadığını biliyorum…
Üstelik O,“Değer mi” diye sorarken, gerçekten değmediğini de….

Karadelikler

Kuşkusuz astronominin en ilgi çekici konularının başında gelir karadelikler. Gizemli olmaları yanında, mantık sınırlarını zorlayan söylemleri de bu ilginin nedenlerinin başında geliyor. Gökbilimcilere göre ise, karadelikleri iyice tanımadan evreni anlayabilmek olanaksız. Çünkü araştırmacılar evrende yayınlanmış tüm radyasyonun %20’sinin, bu arada X ışınlarının büyük kısmının, morötesi ve kızılötesi ışınımın büyük bölümlerinin, ve hatta radyo dalgalarının önemli kısmının şu ya da bu şekilde Aktif Gökada Çekirdekleri diye adlandırılan faal süperdev kütleli karadeliklerden kaynaklandığını düşünüyorlar.


Karadelik ile Tanışma







Kendisinden ışığın bile kaçamayacağı güçte çekim kuvvetine sahip cisimlerin varolabileceği, bundan iki yüzyıl kadar önce Fransız bilim adamı Simone Pierre LaPlace tarafından dile getirilmişti. Daha sonra karadeliklerin varlığına ilişkin ilk varsayım 1916 yılında ortaya atıldı. Alman gökbilimci Karl Schwarzschield, yeterli kütleye sahip cisimlerden kaçış hızının ışık hızına yaklaşabileceğini, bu nedenle doğrudan gözlenemeyeceklerini kanıtlamak amacıyla, genel denklemlerden yararlanarak karadelik kuramının temellerini attı. Çekimlerinden ışık dahil hiçbir şeyin kaçamayacağı bu cisimlere karadelik adının verilmesi ise ilk kuramın ortaya atılmasından yaklaşık 50 yıl sonra oldu. 1967 yılında Amerikalı fizikçi John Wheeler, LaPlace’ın “kara yıldızlar” olarak tanımladığı çökmüş cisimleri, “karadelikler” olarak bilim terminolojisine soktu.

Einstein, Genel Görelilik Kuramı’nda, büyük bir kütlenin küçük bir hacme sıkışması sonucu oluşan çökmüş bir cismin uzay ve zaman koordinatlarını eğeceğini öne sürmüştü. Einsten’ı doğrulayabilecek bir kanıtı bulmak için astronomlar uzun süre uğraştılar. İlk umut, Kuğu takımyıldızı içindeki bir noktadan geldi. Bir teleskopla bakıldığında sıradan bir yıldız izlenimi veren bir X ışını kaynağını gözleyen astronomlar, bu yıldızın görülemeyen bir nesne tarafından etkilendiğini tespit ettiler. Yıldızın hareketi, öylesine tuhaftı ki, sanki görünmeyen bir el onu sallıyor gibiydi. Bu veri tayf gözlemleri sonucu elde edilmişti. İkinci bulgu, parlak X ışını yayılımıydı. X ışınlarının sıkışmış nesnelere düşen maddeler yayınlanabileceği zaten biliniyordu. Bu yüzden Kuğu takımyıldızında bir karadeliğin olabileceği temkinli bir dille açıklanmış ve ilk karadelik adayına Cygnus X-1 adı verilmişti. Ancak kimse bir karadelik bulduğunu söyleyemiyordu çünkü gözlemsel veriler yeterli değildi. İlk karadelik adayına kuşkular sürerken, Hubble başka bir yerde reddedilemeyecek gözlemsel kanıtlar buldu.

1994 yılının Temmuz ayında Hubble, M87’(Dünya’ya 50 milyon ışık yılı uzaklıkta yer alan dev bir gökada) nin merkezinde bir gaz bulutunun hareketini inceledi. Bulutun farklı noktalarından aldığı veriler yardımıyla görülemeyen bir nesnenin bulutu çekim etkisi altına aldığını ve etrafında döndürdüğünü keşfetti. Şekli sarmal bir disk olan bu gaz bulutunun farklı noktalarının tayfını alarak, bu verileri Dünya’ya yolladı. Tayfı inceleyen bir grup bilim adamı, fizikte Doppler Olayı (*) olarak bilinen durumun izine rastladılar. Hubble, M87’deki gaz bulutunun merkezden 60 ışık yılı uzaklıktaki bir kısmının tayfında kırmızıya kayma tespit ederek bu bölgenin bizden uzaklaştığını belirledi. Gaz diskinin tam aksi yönündeki bölge ise, maviye kayma gösteriyor, yani bize doğru geliyordu. Asıl ilginci, yaklaşan ve uzaklaşan bölgelerin hızıydı. Hubble, gaz bulutunun uzaklaşan kısmının hızını saniyede 550 kilometre olarak tespit etti. Yaklaşan bölgenin hızı da aynıydı. Gözlem ekibinden Holland Ford, “Şimdi tüm ipuçları birleşti; sarmal bir gaz diskimiz var ve dönüyor. Bir kısmı bize yaklaşırken diğer kısmı uzaklaşıyor…” diyordu. Bu verinin tek bir sonucu vardı; o da gaz bulutunun bir şeyin etrafında döndüğü gerçeğiydi. Peki bulutun etrafında döndüğü “şey” neydi?

Yine gözlem ekibinde yar alan Richard Harms, kendinden emin bir şekilde yöntemlerini “Bir kere elimizde bu veriler varken yapmamız gereken şey, Newton fiziğinin bilgileri ışığında bu bulutu neyin böyle döndürdüğünü bulmaktır” şeklinde açıkladı. Sonuçta bulduklarına inanmaları bir hayli zor oldu. Bulunan, gerçek bir karadelikti. Üstelik bu öyle bir karadelikti ki, kütlesi Güneş’inkinin üç milyar misliydi. Bu kütle, yaklaşık Güneş sistemi kadar bir hacim içine sıkışmıştı. Karşı karşıya oldukları şey sıradan bir karadelik değil, kelimenin tam anlamıyla bir “süper kütleli” karadelikti. Bir diğer tanımla bizim gökadamız Samanyolu’nun onda biri kadar kütle, 9×10^29 km3 gibi kozmik ölçülerde ufak bir hacme sıkışmıştı. Etrafındaki bulutun bu kütleden kaçması olanaksızdı ve karadelik çevresinde dönerek sahip olduğu merkezkaç kuvvetiyle karadeliğin içine düşmekten kurtuluyordu. Dr. Holland Ford, gördükleri karşısında “Eğer bu bir karadelik değilse, ne olduğunu ben bilmiyorum” diyordu. Dr. Richard Harms ise biraz karamsar bir ifadeyle “Bu bir karadelik olamaz. Bulduğumuz, şu andaki astrofizik bilgimizle anlamakta zorlanacağımız bir şey” diye açıklıyordu görüşlerini.

Özetle Hubble, karadeliğin kendisini görmedi. Zaten karadelik, ışığın bile kaçmasına izin vermediğinden, karadeliğin görünmesi diye bir şey söz konusu olamazdı. Hubble, karadeliğin çekim etkisine kapılmış bir gaz bulutunu tespit etti ve “bulutu bu şekilde hareket ettiren şey ne olabilir?” sorusunun cevabı olarak karşımıza karadelik çıktı.

Nedir?




Karadelik, uzay-zamanın kendi yapısında açılmış kütleçekimsel bir kuyudur. Olay ufkundan ışık bile kaçamadığı için gözle görülemiyor ve varlıkları ancak çevreye yaptıkları etkiden anlaşılabiliyor. Örneğin, bir başka yıldızdan çaldıkları gazın karadelik etrafında oluşturduğu disk içinde deliğe düşmeden önce yüksek hızlara erişmesiyle yaydığı X-ışınları aracılığıyla.

Karadelikler iki türden oluşuyor. Birinci türden olanlar, çoğu gökadanın, bu arada bizim gökadamız Samanyolu’nun da merkezinde bulunan ve milyonlarca, hatta milyarlarca Güneş kütlesinde olan “sperdev kütleli karadelikler” ; ikinci türden olanlarsa, süpernova patlamaları sürecinde büyük kütleli yıldızların merkezlerinin çökmesiyle oluşan ve yaklaşık 10 Güneş kütlesinde madde içeren “yıldız kütleli karadelikler”. Gökadamızda bunlardan milyonlarcasının bulunduğu düşünülüyor.

Dev kütleli bir yıldız, merkezinde daha fazla füzyon üretemeyip kütlesinin yaptığı muazzam baskıyı dengeleyemediği zaman kendi üzerine çöküp sonsuz yoğunlukta bir noktacık haline geliyor. Bu olay, yıldız kütleli karadelikleri oluşturuyor.Çok büyük gaz bulutlarının çökmesiyle ya da gökadaların son derece kalabalık merkezlerindeki yıldız ve gaz kütlelerinin birleşmesiyle de, milyonlarca, hatta milyarlarca güneş kütlesindeki“süperdev kütleli karadelikler” oluşuyor.

Karadeliklerin merkezinde astrofizikçilerin “tekillik” dedikleri bölge bulunur. Tekillik birkaç kilometre çapında bir küredir, burada yoğunluk o kadar fazladır ki, normal fizik yasaları geçerli değildir. Artık burada hiç bilmediğimiz başka yasalar geçerli. Tekillik etrafında küresel bir hacim düşünülür; bunun yüzeyine “olay ufku” denilir. Bu küreye giren, yani olay ufkunu aşan hiçbir cisim bir daha geri dönemez; çünkü bu bölgede karadeliğin kütle çekiminden kurtulma hızı, ışık hızından büyüktür (İster bir parçacık, ister bir füze olsun, maddenin bir gökcisminin yüzeyinden ayrılabilmesi için, hızının, “kurtulma hızı” denen bir hız sınırını aşması gerekir; yoksa madde geri düşer. Kurtulma hızı gökcisminin yarıçapına ve kütlesine bağlıdır). Bu küre içine giren ışık ve maddeler dışarı çıkamadıkları gibi karşı konulmaz bir şekilde karadeliğe çekilirler.

Madde, karadeliğin merkezine doğru dümdüz düşmez. Genellikle sarmal biçimli karmaşık bir yörünge çizer. Merkeze doğru inmeden önce, karadeliğin çevresinde dolanırken ek bir disk oluşturur; bu disk kocaman bir halka biçimindedir. Bu hareketi düzenleyen, Newton’un klasik çekim kuvveti değil, Genel Görelilik ve ışınım basıncının geri itmesidir.




Chandra X-ışını teleskobu ve daha önce Alman Röntgen Uydusu tarafından elde edilen veriler, RX J1242-11 tanımlı bir gökadanın merkezinde bir yıldızın süperdev kütleli bir karadelik tarafından parçalandığını ortaya koydu. Şekilde gösterildiği gibi talihsiz yıldız, yakınından geçen başka bir yıldızın kütleçekimsel etkisiyle karadeliğe yaklaşan bir yörüngeye itiliyor. Yıldız karadeliğin yakınına sokulunca , deliğe yakın ve uzak noktaları arasındaki muazzam kütleçekim farkı yıldızı uzatıyor ve sonunda parçalıyor. Karadelik, yıldızın arta kalan tozun momentumu ve enerjisi nedeniyle ancak çok küçük bir kısmını yutabiliyor ve gerisini çevresindeki gökadaya geri püskürtüyor. Bir yıldızın bu biçimde parçalanması, tipik bir gökadada on bin yılda bir gerçekleşiyor.

Karadeliğin İçinde…

Diyelim bir uzay gemisindeyiz ve bir gökadanın merkezinde bir milyon Güneş kütleli bir karadeliği incelemekle görevliyiz. Göstergelere bir de bakıyoruz ki bir hata yapmışız ve olay ufkunun içine düşmüşüz. Yani karadeliğin içindeyiz. Geri çıkamayacağımızı da biliyoruz, bizi çok ötelerde bekleyen ana gemimize bir mesaj gönderemeyeceğimizi de. Çünkü olay ufkundan dışarı ne ışığın, ne de aynı hızdaki radyo mesajlarının çıkamayacağının farkındayız. Peki merkezdeki tekilliğe doğru sürüklenirken son anılarımız ne olacak? Dışarıyı görmeye devam edeceğiz. Çünkü olay ufkunun içine ışığın girmesi serbest; yalnızca çıkışı yasak! Belki uzaktaki cisimleri biraz garip biçimlerde göreceğiz. Çünkü karadeliğin bir milyon Güneş’lik kütlesi, gelen ışık demetlerini bükecek. Bizi şaşırtan bir durum, böylesine güçlü bir cismin içinde olduğumuz halde kütleçekimini hissetmememiz. Nedeni, hala serbest düşüşteyiz ve deliğin güçlü çekim alanı, bedenimizin, gemimizin her noktasına aynı şiddetle etki yapıyor. Ancak tam altımızdaki merkeze 600.000 kilometre sokulduğumuzda bir gariplik hissetmeye başlıyoruz. Sanki ayaklarımız, başımızdan daha büyük bir kuvvetle çekiliyor. Merkeze yaklaştıkça bu etki artıyor ve kendimizi uzamış hissediyoruz. Daha da yaklaştıkça, son anımsadığımız, bedenimizin parçalanmak üzere olduğu. Ne yazık ki, gözümüzün önünden geçen yaşamımız, ancak kısa metrajlı bir film olabiliyor. Çünkü başından sonuna bu süreç fazla uzun değil.

Uzaklardan bizi seyreden ana gemideki arkadaşlarımıza gelince, işlerin yolunda gitmediğini anlamaları epey zaman alacaktı. Çünkü onlar, bizi karadeliğin olay ufkuna yaklaştıkça giderek yavaşlıyor olarak algılayacaklardı. Fizik kurallarına göre biz olay ufkunu çoktan geçip öldükten sonra bile arkadaşlarımız, olay ufkuna vardığımızı bir türlü göremeyeceklerdi. Sonsuza kadar bekleseler bile.

Biz de yeni oluşmakta olan bir karadeliğe yaklaşsaydık, ömrünü tamamlayıp çökmekte olan yıldızın giderek küçüldüğünü görecek, ama kara delik oluştuktan sonra dahi çöken maddenin olay ufkunu aşıp gözden kaybolmasını göremeyecektik.

Bu durumun nedeni, Einsten’ın kütleçekim kuramında saklı. Genel göreliliğin temel öngörüsü, kütlesi olan her cismin uzay-zaman dediğimiz dört boyutlu dokuyu, tıpkı üzerine ağır bir top konmuş esnek bir kumaş gibi çukurlaştırması. Bu çukurun üzerinden geçen herhangi bir cisim, hatta ışık, çukurun büktüğü düzlemden geçtiği için biraz eğrileşecek, ya da bükülecekti. Karadelikler, çok büyük kütleli cisim olduklarından, uzay-zamanda oluşturdukları çukurlar da bir dipsiz kuyuyu andırıyor. Çukurun bir kenarından içeri düşen bir cisim, hatta hızlı bir ışık fotonu bile, karşı duvara ulaşıp eğriyi tırmanarak yeniden düze ulaşamıyor. Einstein’ın gösterdiği gibi uzayla zaman aslında aynı şey olduklarından kütle zamanı da bükmüş oluyor. Bu nedenle zaman bizim için daha yavaş geçerken, uzaktaki arkadaşlarımız için daha hızlı akıyor. Eğer zamanında uyanabilseydik ve karadeliğe düşmeden olay ufkunun kenarında bir süre araştırma yaptıktan sonra dönebilseydik, kavuştuğumuz arkadaşlarımızı bizden daha fazla yaşlanmış bulacaktık.

Genel göreliliğe göre durum bu. Gerçekteyse arkadaşlarımız, gözden kayboluşumuzu izleyebileceklerdi. Nedeni de ışığın kırmızıya kayma olgusu. Karadeliğin yakınlarında uzaya saçılan ışık, giderek daha uzun dalgaboylarına doğru, ‘kırmızıya’ kayar. Bu durumda belirli bir dalga boyunda yaydığımız görünür ışık, arkadaşlarımızca daha uzun dalgaboylarında algılanacak. Sonunda saçtığımız ışık görünür olmaktan çıkacak, önce kızılötesi ışınlara, daha sonra da radyo dalgalarına dönüşecek, arkadaşlarımız, bizim varlığımızı ancak özel aygıtlarla izleyebileceklerdi. Sonunda dalga boyları öylesine uzayacaktı ki, arkadaşlarımız için tümüyle görünmez ve algılanmaz olacaktık.

* Doppler olayı, hareket eden cisimlerin yön ve hızlarını bulmamıza yarar. Eğer bir yılıdızın tayfındaki çizgilerde kırmızı veya maviye kayma varsa, cisim bizden uzaklaşıyor veya bize yaklaşıyor demektir. Kaymanın oranı da bize hızı verir.

Kaynaklar :

Bilim ve Teknik Dergisi / Kasım 1988

Ağustos 1994

Kasım 1999

Kasım 2006

Aralık 2006

http://antwrp.gsfc.nasa.gov/apod/ap040224.html

http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/poster/icerik/20yuzyildabilim.pdf

Kuyruklu Yıldızlar

Yaşı otuza yakın, ya da otuzdan fazla olanlar, 1985-1986 yıllarında Dünya’nın yaşamış olduğu farklı heyecanı hatırlayacaklardır. Bu heyecanın nedeni Halley kuyrukluyıldızıydı. Halley, 76 yıllık bir aradan sonra bizi yeniden ziyarete gelmiş, bu olay da Dünya’da farklı heyecanların yaşanmasına neden olmuştu. Halley’in yaklaşık olarak bir insan ömrü boyunca yalnızca bir defa ziyarete geldiğini düşünürsek, buna şaşırmamak gerekir. O dönem Dünya’nın pek çok ülkesinde piyasayı Halley konusunda kitaplar, kolyeler, tişörtler, hediyelik eşyalar doldurmuş, hatta Türkiye 1986 yılının Eurovision şarkı yarışmasına “Halley“ adlı şarkıyla katılmıştı. Bu rüzgarla mıdır bilinmez ama, bu yarışmada bu şarkı ile dokuzunculuk başarısını (!) bile göstermiştik.



Oysa ki 1910 yılında yaşanan heyecan, 1985 yılından çok farklıydı. Zira o yıl Halley kuyrukluyıldızının Dünya’ya çarpacağı söylentisi yayılmış, bu yüzden özellikle Amerika’da pek çok kişi korunma önlemleri almıştı. Yani Halley’in son iki gelişi insanlar tarafından farklı şekillerde karşılanmıştı.






Konumuz kuyrukluyıldızlar. Halley en çok bilineni olduğu için giriş kısmını Halley ile yaptım. Siz bakmayın adlarında “yıldız” olduğuna, kuyrukluyıldızlar yapıları itibari ile birer “yıldız“ değillerdir. Tıpkı gezegenler, yıldızlar ve asteroidler gibi, Güneş Sistemi’nin bir parçası olup belli bir yörüngeye göre hareket ederler.

Kuyrukluyıldız ya da Latin kökenli dillerdeki şekliyle “comet“ sözcüğü, eski Yunanca’daki “saçı olan” anlamındaki “kometes” sözcüğünden türemiştir. Fakat “uzun saçlı yıldız” deyiminin ilk kez eski Mısırlılarca kullanıldığı sanılmaktadır. Bir kuyrukluyıldız, kirli buz, toz ve gazdan oluşur. Çekirdek, kuyrukluyıldızın temel yapı taşıdır. Kuyruğu ve saçı oluşturan gaz ve tozun kaynağı çekirdektir. Kuyrukluyıldızların çoğu, çıplak gözle görülemeyecek kadar sönüktür. Işık yayan cisimler olmadıklarından yalnızca Güneş’e yaklaştıklarında görünür hale gelirler. Güneş’ten kaynaklanan ışımayla, yapılarında katı halde bulunan gazlar süblimleşmeye başlar. Süblimleşme sonucu oluşan gaz ve toz birleşerek, çekirdeğin etrafında “coma” adı verilen, gaz ve tozdan oluşan bir atmosfer oluşturur. Kuyrukluyıldız Güneş’e yaklaştıkça, Güneş’ten kaynaklanan radyasyonun yani ışımanın etkisiyle bu gaz ve toz bulutu, çekirdeğin arkasına doğru yönelir. Sonuç olarak kuyrukluyıldızın, çağlar boyu kimi zaman hayranlık, kimi zaman korku uyandıran kuyruğu oluşur. Kuyruk, Güneş’ten kaynaklanan ışığı yansıttığı için, Güneş’e yaklaştıkça daha da parlaklaşır.

Kuyrukluyıldızlar, Güneş Sistemi’nin oluşumu ve hammaddesi hakkında önemli bilgiler taşıyan zaman kapsülleridir. Güneş Sistemi’yle aynı zamanda, yaklaşık 4,6 milyar yıl önce oluşmuş bu gök cisimleri, Güneş’e çok uzakta bulunan iki ayrı bölgede, Kuiper Kuşağı ve Oort Bulutu’nda çok sayıda bulunuyorlar. Özellikle Oort bulutunda bulunan kuyrukluyıldızlar, Güneş ışınlarının çok zayıf kaldığı bu bölgede milyarlarca yıl bozulmadan kalıyorlar. Çeşitli etkenlerle yörüngeleri basık hale gelmiş olan kuyrukluyıldızlar, Güneş Sistemi’nin içlerine kadar gelebiliyorlar. Kuyrukluyıldızlar kütleçekimsel olarak Güneş’e bağlıdırlar, yani Güneş etrafında dolaşırlar. Fakat gezegenlerin, örneğin Jüpiter’in yörüngesine oturan kuyrukluyıldızlar da vardır.

Kuyruklu yıldızların parlaklıkları, genellikle çekirdeklerinin boyutlarıyla orantılı değildir. Bu, daha çok, kuyrukluyıldızın ne kadar aktif olduğuna, yani ne miktarda madde buharlaştırdığına bağlıdır. Bu nedenle, eğer çekirdeği doğrudan gözlemek mümkün değilse, boyutlarını saptamak oldukça zordur.

Gezegenlerin çekim etkisiyle yörüngeleri bozulup, açık yörüngeler olan hiperbolik yörüngelere oturan kuyrukluyıldızlar, Güneş dizgesinden bir daha geri dönmemek üzere yıldızlararası uzaya doğru uzaklaşacaklardır. Aynı etkiyle küçük eliptik yörüngelere oturanlar ise bir süre Güneş çevresindeki yörüngelerini sürdüreceklerdir. Güneş’in sıcaklığıyla ısınan gazlar buharlaşarak uzaya dağılırlar. Bu yolla her dolanışında kütlesinin 200 de birini kaybeden bir kuyrukluyıldız, zamanla tümüyle dağılacak ve yok olacaktır. Kimi kuyrukluyıldızlar iyice parçalanarak bir göktaşı sürüsü haline gelebilirler.



Kuyrukluyıldızların yeryüzü için tehlike oluşturacağını biliyoruz. Bu nedenle, yakınlarımızdaki kuyrukluyıldızların yörüngeleri dikkatle hesaplanıyor. Günümüze kadar gezegenimiz için tehlike oluşturabilecek bir kuyrukluyıldıza rastlanmadı. Ancak, geçmişte bu tür çarpışmalar yaşandığına ilişkin belirgin kanıtlar var.

Bu noktada da konuyu Halley’in Dünya’ya çarpacağına inanan Şair Eşref’in dizeleri ile sonlandırmak istiyorum.

Bizi hep kadrodan hariç bırak da mahşere celbet,

Kemal-i kudretinden hali olunmaz bir muamma yap

Tutuştur kainatı mahv için kuyrukluyıldızla

Bu dünyayı değiştir ya ilahi, başka dünya yap

Bir süre sonra kuyrukluyıldızın Dünya’ya çarpmadığını gören Eşref bu kez hayal kırıklığına uğrar ve yeni bir dörtlük yazar:

Kuyruğuyla küreyi okşamadı

Ah kim olmadı kısmet ölmek

Biz züğürt kullarına Dünya’da

Demek Allah daha çok çektirecek

Kaynaklar:

Bilim ve Teknik Dergisi: Ağustos/1982

Temmuz /1994

Temmuz/1996

Haziran /2005

http://pluto.cc.ankara.edu.tr/~derman/derm...alley/giris.htm



Yıldızlar II

Nötron Yıldızları


Patlayan bir yıldızın çökmüş çekirdeğinden meydana gelmiştir. 180 ışık yıllık bir uzaklıkla şimdiye kadar ki bilinen en yakın nötron yıldızıdır. 20 kilometrelik bir eni olmasına rağmen güneşten daha ağırdır, bu küçük yıldızcık hidrojen gazını gaz bulutlarını saniyede 200 kilometre hızla yarar. Nötron yıldızının yüzeyi inanılmayacak derecede sıcaktır, yaklaşık 700.000 celcius derece; dolayısıyla yeri x-ray tarayıcılarla saptanabilmektedir. Fakat optik astronomları asıl şaşırtan şey nötron yıldızının da bir nebula tarafından sarılmış olmasıydı. Nebula, iyonlaşmış atomların elektronlarla yaptığı etkileşimden ötürü kızarmıştı. Onun konik şekli bir geminin suyu yarıp medana getirdiği yay dalgasına benzer. Koninin ucundaki mavi nokta ise nötron yıldızı. Nebula nötron yıldızının yüzeyine çok yakın bir yerinde oluşmuş olmalı ve astronomlar anlamaya çalışıyor ki gözlenen yoğunluklar ve sıcaklıklar nebulanın varlığını açıklayabilecek mi?

Nötron yıldızları, süpernova patlamalarıyla dış katmanlarını uzaya savurmuş olan dev yıldızların, çöken ve yaklaşık bir kent büyüklüğündeki hacme sıkışan merkezleridir. Çökme öncesi tümüyle demire dönüşmüş olan merkez, çökmeyle öylesine sıkışıyor ki, atomları oluşturan protonlar ve elektronlar iç içe geçerek nötron haline geliyorlar ve yıldız tümüyle nötronlardan, ya da daha temel maddelerden oluşuyor. Yıldızın merkezi, çökerken büyük bir dönme hızı kazanıyor ve çok kuvvetli manyetik alana sahip olduğu için de bu hızlı dönüş muazzam bir elektrik alanı oluşturuyor.Nötron yıldızları, karadeliklerden sonra en fazla çökmüş yıldızlardır. Kara deliklerin ilke olarak kütle, açısal momentum ve varsa elektrik yükü gibi yalnızca üç özellik dışında gözlenemez olduklarını da göz önüne alırsak, maddenin en yoğun olarak nötron yıldızlarında gözlendiğini söyleyebiliriz. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışırsak, Güneş’inki kadar kütleye sahip tipik bir nötron yıldızında yaklaşık 2×10^27 ton madde var. Güneş bu kütleyi 700.000 km. yarıçapında bir hacim içerisinde tutarken, nötron yıldızında yarıçap sadece 10 km. kadar. Bu kadar kütle biraz daha çökmüş, 10 km. yerine, 3 km.nin altında yarıçapı olan bir hacmin içine inmiş olsaydı, bir kara delik olacaktı.

Nötron yıldızlarının bir başka özelliği de, gözlediğimiz en yüksek hızlara ulaşması yanında, herhangi bir yıldızın ulaşabileceği en yüksek dönme hızına sahip olmasıdır. Nötron yıldızlarının büyük kütleleri küçük hacimlere sığdırarak bu kadar küçük olmaları sonucu, kimi saniyede bir kez, en hızlısı ise saniyede 642 kez gibi çok yüksek dönme hızına sahiplerdir. Bir buz patencisinin kollarını içeri çektiği zaman hızlanması gibi, yıldızlar da çöküp bir nötron yıldızı boyutlarına inene kadar küçüldüklerinde, açısal momentumun korunması sonucu bu yüksek hızlara ulaşırlar. Bir cisim belli bir maksimum hızdan daha hızlı dönerse, merkezkaç kuvveti kütle çekiminden daha fazla olacak ve yıldız savrulup dağılacaktır. Bir nötron yıldızının dönme etkisiyle dağılacağı maksimum hız 2000 hertz kadardır. Gözlediğimiz saniyede 642 kez dönme bu yıldızın ulaşabileceği en yüksek dönme hızından yalnızca yaklaşık üç kez daha küçüktür.



Bir yıldız bir karadeliğe dönüşmeden ne kadar yoğunlaşıp ağırlaşabilir? Bu limitler uzaydaki nötron yıldınızın keşfiyle test edilmekte. Hubble Uzay Teleskop’undan elde edilen gözlemler daha önceki x-ray rosat gözlemleri ve yalnız bir yıldız için yapılan ultraviyole Euve gözlemleri ile ok yönünde birleştirildi. Astronomlar yıldızın büyüklüğünü parlaklığından, sıcaklığından ve üst limit uzaklığından ölçüm ile hesaplayabiliyor. Eğer objeyi tipik yoğunlukta bir nötron yıldızı olarak kabul edersek, nötron yıldızının yapısına yönelik bazı teoriler bazı nötron yıldızların iç patlamalar ile karadeliklere dönüştüklerini gösteriyor. Bu nötron yıldızı, nötron yıldızların içlerinin bu koşullarına bir pencere açıyor.
Pulsarlar
Pulsarları ayrı bir yazı konusu yapmayacağım. Pulsarlar, ayrı birer gökcisimleri değil, bizim yönümüzdeki manyetik kutuplarından düzenli aralıklarla radyo ya da X-ışıması yapan nötron yıldızlarıdır. Manyetik alanının büyük olması ve manyetik eksenin Dünya’dan geçmesi halinde nötron yıldızları pulsar olarak gözlenirler. Ancak bulunuşları biraz ilginç olduğu için buna değinmek istiyorum.
1967 yılında İngiltere’de, Cambridge radyo-teleskopuyla gökyüzünün Yengeç nebulasından uzak bir köşesi inceleniyordu. Araştırmayı yapan Jocelyn Bell adlı doktora öğrencisi genç kız, o güne kadar hiç görülmemiş nitelikte radyo sinyalleri aldı. Bu sinyaller saniyede bir ve hep aynı zaman aralığı ile tekrarlanıyordu. Bu gerçekten şaşırtıcı durum karşısında Bell ve onun doktora yönetmeni Prof. Hewish önce sinyallerin uzaydan geldiğine ihtimal vermediler. Civarındaki radyo istasyonlarının, telsizlerin teleskopu yanılttığını yahut alıcıdaki bir bozukluğun böyle sahte periyodik sinyallere yol açtığını düşündüler. Bütün bu olasılıklar birkaç ay büyük bir dikkatle izlendi. (Bu kadar sık ve düzenli sinyaller astrofizikçileri o denli şaşırtmıştı ki, bir ara yarı şaka olarak, sinyallerin uzaydaki bir uygarlıktan, hayali bir takım “küçük yeşil adamlar” dan geldiği dahi öne sürüldü.) Gözlemler tekrarlandı. Sinyallerin doğruluğu iyice kanıtlandı. Nihayet Şubat 1968’de Nature dergisinde yayınlanan bir yazı ile buluş dünyaya duyuruldu. Kısa bir süre içinde düyadaki bütün radyo teleskoplar pulsar adı verilen bu düzenli kaynakları aramaya girişti ve gökyüzünün her yanında pulsarlar bulundu.
Süpernova
Son olarak kısaca süpernovalara değinmek istiyorum
Beyaz cücelerin patlamasıyla oluşan süpernovalara I.tür, büyük kütleli dev yıldızların patlamasıyla oluşan süpernovalara II. tür süpernovalar denir. Süpernova patlaması ile yayılan enerji, patlayan yıldızın içinde bulunduğu galaksiyi tüm olarak aydınlatacak güçtedir. Bu nedenle, süpernova patlamaları çok uzaklardan dahi gözlenebilir. Patlamayla oluşan şok dalgalarının da etkisiyle patlama anında yeni ağır elementler oluşabilir. Uzaya yayılan bu ağır elementler, yıldızlar arası maddenin ağır element bolluğunu arttırır. Güneş sisteminin de oluşumunda bir süpernova etkisinin olduğu gibi, oluştuğu madde de tamamen süpernova artıklarıdır. Çevremizde gördüğümüz tüm cisimlerin, hatta bizi oluşturan ağır elementlerin oluştuğu yer süpernovalardır ve damarlarımızda taşıdığımız kan bile süpernova artıklarından ibarettir.
Her ne kadar süpernovalar varlık nedenimiz olsa da, güneş sisteminin merkezinde oluşacak bir süpernova bakın neler yapacak:
Dünya, diğer bütün gezegenlerle beraber o anda milyonlarca derece sıcaklık altında ve düşünemeyeceğimiz kadar şiddetli şok dalgalarıyla tuz-buz olup, iyonlaşmış gaz halinde ve saniyede 15.000 km hızla uzaya fırlatılacak.
Bize en yakın yıldız olan Alfa Centauri uzaklığında bir süpernova patlaması olsa, süpernova olarak patlayan yıldızı Güneş kadar parlak görürüz; yani gökyüzünde iki güneş olur, gece diye bir şey olmaz. Yayılan yüksek enerjili parçacıklar etkisiyle, önce Dünya atmosferinin ozon katmanı yok olur ve yer yüzeyine çok daha fazla mor ötesi ışınım ulaşır. Sıcaklık düşer, yağış azalır ve kozmik ışınların da etkisiyle Dünya yüzeyinde canlı yaşam felce uğrar.
Pek de iç açıcı görünmüyor doğrusu…
Kaynaklar :
Bilim ve Teknik Dergisi / Haziran 1994
Temmuz/2002
Ekim/1980
Ocak/1984

Yıldızlar

Bir Yıldızın Doğuşu


“Yıldızlar, tüm uzayı dolduran seyrek gazlarda doğarlar. Bu gaz, az sayıda helyum atomlarıyla hidrojen atomlarından oluşur. Bazı yerlerde bu gaz, oldukça yoğun yıldızlar arası gaz bulutları ile birlikte bulunur. Gravitasyonel teoriye göre gaz bulutunun kendi çekimi, bulutu kendine çeker. Bu, bulutu daha büyük yoğunluklara sıkıştırarak kendi üzerine çekmeli ve bulutun merkezi çok sıkışık bir bölge olmalıdır. Bir gaz sıkıştırıldığında ısınır. Bu yüzden her bir gaz küresinin merkezindeki sıcaklık 10 milyon ˚C ‘ye yükselir (nükleer reaksiyonların başlamasına yetecek bir sıcaklık). Bu reaksiyonlar hidrojeni helyuma dönüştürür ve çok büyük enerji açığa çıkarırlar. Sonuç olarak yıldız parlamaya başlar… ve bir yıldız doğar.”

Evet, özet olarak bir yıldızın doğumu böyle anlatılıyor. Evren, büyük patlamayla ortaya çıktığında, çok büyük oranda hidrojen ve az miktarda helyumdan oluşuyordu. Bizi ve çevremizdeki tüm cisimleri oluşturan daha ağır elementler, “yıldız” dediğimiz dev nükleer fırınlarda ve büyük kütleli yıldızların süper nova olarak patlamasıyla oluştu. Yani bir başka ifadeyle, varlığımızı yıldızlara borçlu olduğumuzu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Şimdi gelin hep birlikte Hubble’ın görüntüleri ile bir yıldızın doğuşuna tanıklık edelim…


1- Bulutun tepesi, fotoğraf çevresinin dışında kalan bir bölgedeki yüz kadar sıcak yıldızdan gelen morötesi ışınım fırtınaları tarafından aydınlatılıyor. Bu ışınım hidrojen gazı bulutunu ısıtıyor, iyonlarına ayrıştırıp buharlaşmasına yol açıyor.


2- Bu süreçte ışınıma uğrayan buluttan, yoğun gazlardan oluşmuş bir top ayrılıyor. İşte bu, bir yıldız oluşumunun başlangıcı. Bu, örneğin, çölde kum fırtınasının kumu savurarak taş ve kaya parçacıklarını ortaya çıkarması sürecine çok benziyor.






3- Yıldız “yumurtası” artık görünür hale gelmiş. Yumurtanın orta bölümünde henüz soğrulmamış gaz kütlesi var.












4- Yumurta ana buluttan ayrılıyor. İyonlara ayrılma ve buharlaşma devam ederken ortaya çıkan parlaklık yıldız oluşumuna işaret ediyor.








Bir yıldız, doğduğunda hidrojenden oluşan sıcak bir gaz topudur ve merkezindeki reaksiyonlar hidrojeni helyuma dönüştürdüğü için parlamaktadır. Bu safhaya kadar bütün yeni doğmuş yıldızlarda durum aynıdır. Bir yıldızı diğerinden ayıran ana faktör, yıldızın kütlesidir (ihtiva ettiği madde miktarı). Bir yıldızın kütlesi, doğumunda sabittir ve bu hem yıldızın ömrünü, hem de akıbetini belirler.

Nükleer reaksiyonlar ağır kütleli yıldızlarda çok daha hızlı meydana gelir; çünkü merkezleri daha sıcak ve daha yoğundur. Bu yüzden ağır kütleli yıldızlar, sıcak yüzeyleri ile daha parlak yıldızlardır. Bu yıldızları belirli bir sırada, ana kol yıldızları olarak sıralayabiliriz : Anakolun alt ucunda Güneş’ten çok daha sönük ve 3000 ˚C yüzey sıcaklığına sahip hafif kütleli yıldızlar, orta yerde 6000 ˚C yüzey sıcaklığına sahip Güneş tipi yıldızlar ve daha fazla Güneş sıcaklığına sahip 100 000 Güneş kütlesi kadar parlak olan ağır kütleli yıldızlar bulunur.

Peki evrende kaç yıldız var? Avustralyalı gök bilimci Simon Driver, belirli bir gökyüzü bölgesindeki toplam ışıktan yola çıkarak, görünen evrende en az 70 milyar kere trilyon yıldız olması gerektiğini hesaplamış. Bu tutar, Dünyamızın tüm kumsallarındaki kum taneciklerinden daha fazla. Ancak Driver, gerçek yıldız sayısının çok daha fazla olabileceğini, çünkü evrenin en uzak yerlerinden ışığın henüz bize ulaşmadığını söylüyor.

Diğer yıldızlara baktığımızda, Güneşin %5’i kadar kütleden başlayıp, 100 güneş kütlesine kadar değişen kütleler görmekteyiz. Daha küçük kütlelere sahip yıldızlar yoktur; çünkü bu kütlelerde, yıldızın çekirdeği nükleer tepkimeleri başlatacak kadar ısınamaz. Kütlesi çok büyük olan bir yıldız ise o kadar ısınır ki, merkezindeki ışımanın yarattığı basınç yıldızı patlatır.

Peki bir yıldızın parçalarını bir arada tutan kuvvet nedir? Bu kuvvet, kütle çekimidir. Yıldızlar, genellikle durağan bir yapıya sahip olduklarına göre, kütle çekimine karşı koyacak ve çökmeyi durduracak, içerden kaynaklanan bir basınç kaynağına ihtiyaç vardır. Bir yıldızı oluşturacak gaz bulutu çökmeye başladıkça, basıncının artmasıyla birlikte, sıcaklığı da artar. Gaz bulutu belirli bir sıcaklığa ulaştığında, merkezindeki sıcaklık, yeterli basıncı yaratarak çökmeyi durdurabilir. Ancak, sıcak gazın oluşturduğu bu yıldız, enerjinin korunumu ilkesine göre, yaydığı ışınımdan dolayı enerji kaybedecektir ve bu nedenle zamanla soğuyacaktır. Çökmeyi durduran basınç kaynağını kaybeden yıldız ise çökmeye başlayacaktır.

Kırmızı Dev

Yıldızlar ilk aşamada enerjilerini, hidrojeni helyuma dönüştürerek üretirler. Bir yakıtı tüketen yıldız, bir diğerini yakmaya başlar. Çekirdekteki hidrojenin tükenmesiyle, helyum atomları birbirleriyle tepkimeye girer ve karbon atomları oluşur. Helyumun yanmasıyla birlikte, yıldızın merkezindeki sıcaklık, çok daha yüksek bir düzeye ulaşır ve çekirdeğin etrafındaki hidrojenin de yanmasını sağlar; bu da, içerideki basıncın daha da artarak yıldızın genişlemesine yol açar. Yıldız bu aşamada, ömrünün büyük bir dönemini geçirdiği ana koldan ayrılır. Böylece, yıldız bir kırmızı dev haline gelir.

Helyum füzyonunda, toplam olarak hidrojen füzyonundan daha fazla enerji ortaya çıkar. Bu nedenle helyumun yanıp tükenmesi, hidrojenin tükenmesinden daha az sürede olur. Helyum füzyonu sonunda ortaya çıkan ürünler, daha başka füzyon işlemlerine yol açar; ancak helyum füzyonunda ortaya çıkan enerji, hidrojen füzyonundakinin yaklaşık yirmide biri kadardır. Buna karşın kırmızı dev, çok büyük miktarda enerji yaymayı sürdürür. Bir yıldızın yaşam süresi açısından bu, kırmızı dev formuna geçiş aşamasının çok uzun olmaması anlamına gelir. Bu nedenle gökyüzünde görülebilen kırmızı devlerin sayısı çok azdır. gök adadaki yıldızlardan yalnızca yüzde 1’i kırmızı devdir

Büyük kütleli bir yıldız, çekirdeğindeki nükleer tepkimelerde, sırasıyla şu maddeleri yakar: Hidrojen, helyum, karbon, neon, oksijen, silisyum. Yakıtın sınırlı oluşunun yanında, tepkimeler, en düşük ve kararlı enerjiye sahip olan demir oluşana kadar devam eder. Bu aşamada, çekirdekteki tepkimeler sona ererek yıldız evriminin “çekirdek yanması” kısmı sona erer. Artık basıncı dengeleyecek bir kuvvet kalmadığı için, kütle çekimi galip gelir. Dengelenemeyen kütle çekimi, yıldızın çökmeye başlamasına yol açar. Farklı yakıtların yakıldığı her aşamada biraz daha yüksek sıcaklıklar ortaya çıkar. Bu nedenle, yakıt daha çabuk tükenir; yani her evre, bir öncekinden daha hızlı geçer. Son evrelerde, artık bu bir patlama şeklinde gerçekleşir ve ortada yalnızca demirden bir çekirdek kalır. Bu aşama yıldızın “ölümü” olarak kabul edilir. Artakalan maddenin kütlesine bağlı olarak oluşacak cisimler ise üç gruba ayrılır. Beyaz cüceler, nötron yıldızları ve kara delikler.

Beyaz Cüce

Bulunmaları zor olmakla birlikte (bu yıldız kalıntıları, sönük olduklarından kolay kolay görülemiyorlar), gök bilimciler bu ilginç yapılı ölü yıldızlara fazlaca ilgi gösteriyorlar. Bunda da haksız sayılmazlar. Çünkü, yıldızların %98’i evrimlerin son aşamasında beyaz cüceye dönüşüyorlar. Bu da neredeyse evrendeki tüm yıldızların ortak sonunun bir beyaz cüce olacağı anlamına geliyor.

Beyaz cüceler çok yoğun gök cisimleridir. Yıldızın artakalanının kütle çekimi, gaz basıncına baskın gelecek kadar güçlüdür. Yıldızın daha fazla çökmesini önleyen, elektronların “Pauli dışlama ilkesi” denen özelliğidir. Buna göre, iki elektron aynı kuantum durumunu paylaşamaz. Bir başka deyişle, bir beyaz cücenin kütle çekimi elektron basıncı nedeniyle maddenin daha fazla sıkışmasını engeller. Bu basınçta beyaz cücenin içindeki madde denge durumuna ulaşır. Bu, hiç de küçümsenecek bir basınç değildir. Bir beyaz cücenin yoğunluğu, suyun yoğunluğunun yaklaşık bir milyon katıdır. Yeryüzündeki hiçbir madde bu kadar yoğun olamaz. Bir karşılaştırma yaparsak, yeryüzündeki en ağır element olan saf iridyumun yoğunluğu suyunkinin sadece 22,65’idir. Altınınki yaklaşık 19,3 ; demirinkiyse 7,9’dur.

Bundan yaklaşık 6 milyar yıl sonra, bir yaz günü gökyüzüne bakan biri, Güneşi şimdi gördüğümüzden çok daha farklı görecek. Parlak ve göz alıcı Güneş’in yerinde, sönük ve eskisi gibi ısıtmayan bir beyaz cüce olacak. Doğal olarak Dünya’dan böyle bir olayı izlemek hayal olsa gerek; çünkü, bundan yaklaşık bir milyar yıl önce Güneş, yeryüzündeki tüm yaşamın silinmesine yol açacak olan kırmızı dev aşamasından geçecek.

Kaynaklar:

Bilim ve Teknik Dergisi / Kasım 1994
Bilim ve Teknik Dergisi / Mart 1996
Bilim ve Teknik Dergisi / Mart 2001
Bilim ve Teknik Dergisi / Mart 2004

Mitoloji ve Din

Tolkien'in "Yüzüklerin Efendisi" serisinde ortaya koyduğu mitik temalar ile, diğer mitler arasında ne fark vardır biliyor musunuz?

Aradaki fark şudur:

İnsanlar Yüzüklerin Efendisi serisinde anlatılan mitik temalara kurgusal gözle bakmadıkları ve onlar ile gerçek hayatta bir bağ kurmadıkları sürece bu temalar mit olarak tanımlanamaz. Demek ki aradaki fark, bunlara inananların olup olmamasıymış.

Eğer Muhammed'in ortaya koyduğu öğretilere de inanan birileri çıkmasaydı, bu öğretilerde ortaya konan ilahi varlıklar da birer kurgu olarak kalacaklardı. Gerçi her ne kadar o dönemde Hristiyanlar ve Museviler olsa da ve bunların inançları Muhammed'in anlattıkları ile benzerlik gösterse de, özellikleri bakımından diğer inançlardaki ruhani varlıklarla temelde farklılık gösterirler. Örneğin yahudilerin tanrısı ile İslam'ın tanrısı özellikleri bakımından aynı değildir.

Şimdi buraya kadar anlattıklarımdan "din ile mitoloji aynı şeydir" demek istediğim anlamı çıkmasın. Temelde bunlar farklıdır. Ancak yadsınamayacak olan , dinlerin büyük oranda mitolojik temalar içerdiğidir.

Şimdi bir örnekle devam etmek istiyorum...

Eski Roma'da volkan konilerinin, tanrıları yenilmez kılan silahları yapan usta ve ateş tanrısı Vulcan'ın yer altındaki atölyesinin bacaları olduğuna inanılırdı. Şimdi Vulcan mitolojik bir varlıktır; ancak aynı zamanda da bir tanrıdır.

Şimdi bırakalım İslam inancındaki ruhani varlıkları sorgulamayı, bir volkanbilimciye Roma mitolojisindeki Vulcan'ı soralım. Bize vereceği cevap ne olacaktır sizce? Eğer yalnızca bilim adamı kişiliği ile bir cevap verecek olsa, Vulcan'ın varlığını ya da yokluğunu tartışmayacak, ancak volkanların o dönem insanlarının zannettiğinden çok daha farklı bir yapısının olduğunu söyleyecektir.

İşte bilim burada felsefe için bir araçtır. Volkanbilimcinin verdiği bilgilerden yola çıkarsak, aslında Vulcan diye bir varlık olmadığını, Vulcan'ın eski çağ insanlarının bilinmeyene karşı gösterdikleri bir yaklaşımın sonucu olduğunu kavrayabiliriz. Evet bilim bize Vulcan vardır ya da yoktur dememiştir. Ancak bilimin ortaya koyduğu veriler Vulcan diye bir varlık olamayacağını anlamamıza yetmiştir. Ancak Vulcan inancına sahip birisi size şöyle de diyebilir :

"Yerçekirdek esas olarak demir ve nikelden oluşur (Bilimsel bir iddia. Şu an öyle olduğu sanılmaktadır). Vulcan da demirci bir tanrıdır ve Etna yanardağı'nın altında, Dünya'nın merkezine yakın bir yerde demirci faaliyetini sürdürür. Yerçekirdeğin de kısmen demirden oluştuğunu bildiğimize göre, Vulcan'ın bulunması gereken en uygun yerin, bir yanardağın altı olduğu ortaya çıkar. Bilim Vulcan'ı yalanlamıyor, bilakis bunu doğruluyor"

Diğer taraf da bilimsel verilerden yola çıkarak mitolojik bir varlığa delil sunmaya çalışabilir. Ama ne kadar inandırıcı olur?

Şu an teist arkadaşlarımızın yaptığı da, tıpkı Vulcan'ı bilimsel verilerle doğrulamaya çalışan birinin durumu gibidir. Kendilerine göre bilim Vulcan'ı doğruluyordur.

Astroloji

Oldum olası astrolojiden hoşlanmamışımdır. Hani, teolojinin kalabalık grupları peşinden sürüklemesini anlayabiliyorum da, insanların karakterlerinin, doğum tarihlerine göre bilmem kaç milyon kilometre ötedeki gök cisimlerinin konumları ile belirlendiğine dair inancın, kalabalık grupları peşinden sürüklemesine bir türlü anlam veremiyorum. Bunu hiç bir sisteme uyduramadım... Ne bilime, ne mantığa, ne teolojiye, ne istatistiğe, ne de herhangi bir inanç sistemi ile bağdaştıramadım.

"Din" desen, değil... İnsanı tanrı yarattı da, karakterlerini gökcisimlerinin konumları mı belirliyor?

"Bilim" desen, bilime hakaret etmiş olursun. Ayrıca psikiyatrların diplomalarını alıp medyumlara vermek gerekir...

"İstatistik" desen, "falanca tarih aralığında doğanların karakterleri % 80 oranında şu gruba dahildir" gibi bir veri de yok elimizde...

"Mantık" desen, milyonlarca kilometre uzaklıkta, kendi hallerinde dönüp duran gök cisimleri insanın karakterini ne diye etkilesin ? (Hem de doğduğu tarihe göre)

Üstelik ben, insanların karakterlerinin yaşadığı çevre koşullarına göre şekillendiğini sanıyordum. Yoksa insanın karakterini yaşadığı çevre değil de, astroloji mi belirliyor?

Ben bu işin içinden çıkamadım arkadaşlar... Nasıl oluyor da bu kadar insan böyle bir inancın peşinden koşabiliyor? Hani bırakın boşa harcanan zamanı, bence bunun dışında önemli zararları da var... Neler mi bunlar ?

* İnsanları burçlarına göre sınıflandırarak haklarında önyargılar edinmek..

* Kendini, içinde bulunduğu burcun özelliklerini taşıdığına inandırarak, sahip olmadığı karakteristik özelliklere bürünmeye çalışmak..

* Gökcisimlerinin özellikleri gibi yapıcı sohbetlerde bulunmak varken, bu gökcisimlerinin insanlar üzerindeki karakteristik etkisi gibi bence son derece gereksiz muhabbetlere girmek.

Gerçekten merak ediyorum ; nedir arkadaşlar bu işin cazibesi?