19 Haziran 2008 Perşembe
Ağlarsın
Oysa ki insanı insan yapan o iki damla yaş değilse nedir?
İnsandan çok kime lazım gelir yanaklardan süzülen o iki damla ?
Hangi söz anlatabilir ki o iki damlanın anlatabildiklerini?
Sevinirsin ağlarsın, üzülürsün ağlarsın…
Kavuşursun ağlarsın, ayrılırsın ağlarsın…
Seversin ağlarsın, kızarsın ağlarsın…
Daha doğarken ağlarsın arkadaş... Daha doğarken…
Var mı bundan ötesi?
Hangisi daha gerçekçidir sahtesinin,
Ağlamanın mı, gülmenin mi?
Gülerken güller açıyor mu gamzelerinde?
Ya ağlarken… Ağlarken yürek soluyor mu okyanuslarda?
Ayırabildin mi peki sahtesini gerçeğinden?
Galiba ben ayırabiliyorum artık…
O farkında olmasa da…
İki sahte tebessümün,
İki çift sahte gözyaşından daha değerli olmadığını biliyorum…
Üstelik O,“Değer mi” diye sorarken, gerçekten değmediğini de….
Karadelikler
Karadelik ile Tanışma

Kendisinden ışığın bile kaçamayacağı güçte çekim kuvvetine sahip cisimlerin varolabileceği, bundan iki yüzyıl kadar önce Fransız bilim adamı Simone Pierre LaPlace tarafından dile getirilmişti. Daha sonra karadeliklerin varlığına ilişkin ilk varsayım 1916 yılında ortaya atıldı. Alman gökbilimci Karl Schwarzschield, yeterli kütleye sahip cisimlerden kaçış hızının ışık hızına yaklaşabileceğini, bu nedenle doğrudan gözlenemeyeceklerini kanıtlamak amacıyla, genel denklemlerden yararlanarak karadelik kuramının temellerini attı. Çekimlerinden ışık dahil hiçbir şeyin kaçamayacağı bu cisimlere karadelik adının verilmesi ise ilk kuramın ortaya atılmasından yaklaşık 50 yıl sonra oldu. 1967 yılında Amerikalı fizikçi John Wheeler, LaPlace’ın “kara yıldızlar” olarak tanımladığı çökmüş cisimleri, “karadelikler” olarak bilim terminolojisine soktu.
Einstein, Genel Görelilik Kuramı’nda, büyük bir kütlenin küçük bir hacme sıkışması sonucu oluşan çökmüş bir cismin uzay ve zaman koordinatlarını eğeceğini öne sürmüştü. Einsten’ı doğrulayabilecek bir kanıtı bulmak için astronomlar uzun süre uğraştılar. İlk umut, Kuğu takımyıldızı içindeki bir noktadan geldi. Bir teleskopla bakıldığında sıradan bir yıldız izlenimi veren bir X ışını kaynağını gözleyen astronomlar, bu yıldızın görülemeyen bir nesne tarafından etkilendiğini tespit ettiler. Yıldızın hareketi, öylesine tuhaftı ki, sanki görünmeyen bir el onu sallıyor gibiydi. Bu veri tayf gözlemleri sonucu elde edilmişti. İkinci bulgu, parlak X ışını yayılımıydı. X ışınlarının sıkışmış nesnelere düşen maddeler yayınlanabileceği zaten biliniyordu. Bu yüzden Kuğu takımyıldızında bir karadeliğin olabileceği temkinli bir dille açıklanmış ve ilk karadelik adayına Cygnus X-1 adı verilmişti. Ancak kimse bir karadelik bulduğunu söyleyemiyordu çünkü gözlemsel veriler yeterli değildi. İlk karadelik adayına kuşkular sürerken, Hubble başka bir yerde reddedilemeyecek gözlemsel kanıtlar buldu.
1994 yılının Temmuz ayında Hubble, M87’(Dünya’ya 50 milyon ışık yılı uzaklıkta yer alan dev bir gökada) nin merkezinde bir gaz bulutunun hareketini inceledi. Bulutun farklı noktalarından aldığı veriler yardımıyla görülemeyen bir nesnenin bulutu çekim etkisi altına aldığını ve etrafında döndürdüğünü keşfetti. Şekli sarmal bir disk olan bu gaz bulutunun farklı noktalarının tayfını alarak, bu verileri Dünya’ya yolladı. Tayfı inceleyen bir grup bilim adamı, fizikte Doppler Olayı (*) olarak bilinen durumun izine rastladılar. Hubble, M87’deki gaz bulutunun merkezden 60 ışık yılı uzaklıktaki bir kısmının tayfında kırmızıya kayma tespit ederek bu bölgenin bizden uzaklaştığını belirledi. Gaz diskinin tam aksi yönündeki bölge ise, maviye kayma gösteriyor, yani bize doğru geliyordu. Asıl ilginci, yaklaşan ve uzaklaşan bölgelerin hızıydı. Hubble, gaz bulutunun uzaklaşan kısmının hızını saniyede 550 kilometre olarak tespit etti. Yaklaşan bölgenin hızı da aynıydı. Gözlem ekibinden Holland Ford, “Şimdi tüm ipuçları birleşti; sarmal bir gaz diskimiz var ve dönüyor. Bir kısmı bize yaklaşırken diğer kısmı uzaklaşıyor…” diyordu. Bu verinin tek bir sonucu vardı; o da gaz bulutunun bir şeyin etrafında döndüğü gerçeğiydi. Peki bulutun etrafında döndüğü “şey” neydi?
Yine gözlem ekibinde yar alan Richard Harms, kendinden emin bir şekilde yöntemlerini “Bir kere elimizde bu veriler varken yapmamız gereken şey, Newton fiziğinin bilgileri ışığında bu bulutu neyin böyle döndürdüğünü bulmaktır” şeklinde açıkladı. Sonuçta bulduklarına inanmaları bir hayli zor oldu. Bulunan, gerçek bir karadelikti. Üstelik bu öyle bir karadelikti ki, kütlesi Güneş’inkinin üç milyar misliydi. Bu kütle, yaklaşık Güneş sistemi kadar bir hacim içine sıkışmıştı. Karşı karşıya oldukları şey sıradan bir karadelik değil, kelimenin tam anlamıyla bir “süper kütleli” karadelikti. Bir diğer tanımla bizim gökadamız Samanyolu’nun onda biri kadar kütle, 9×10^29 km3 gibi kozmik ölçülerde ufak bir hacme sıkışmıştı. Etrafındaki bulutun bu kütleden kaçması olanaksızdı ve karadelik çevresinde dönerek sahip olduğu merkezkaç kuvvetiyle karadeliğin içine düşmekten kurtuluyordu. Dr. Holland Ford, gördükleri karşısında “Eğer bu bir karadelik değilse, ne olduğunu ben bilmiyorum” diyordu. Dr. Richard Harms ise biraz karamsar bir ifadeyle “Bu bir karadelik olamaz. Bulduğumuz, şu andaki astrofizik bilgimizle anlamakta zorlanacağımız bir şey” diye açıklıyordu görüşlerini.
Özetle Hubble, karadeliğin kendisini görmedi. Zaten karadelik, ışığın bile kaçmasına izin vermediğinden, karadeliğin görünmesi diye bir şey söz konusu olamazdı. Hubble, karadeliğin çekim etkisine kapılmış bir gaz bulutunu tespit etti ve “bulutu bu şekilde hareket ettiren şey ne olabilir?” sorusunun cevabı olarak karşımıza karadelik çıktı.
Nedir?


Karadeliğin İçinde…
Diyelim bir uzay gemisindeyiz ve bir gökadanın merkezinde bir milyon Güneş kütleli bir karadeliği incelemekle görevliyiz. Göstergelere bir de bakıyoruz ki bir hata yapmışız ve olay ufkunun içine düşmüşüz. Yani karadeliğin içindeyiz. Geri çıkamayacağımızı da biliyoruz, bizi çok ötelerde bekleyen ana gemimize bir mesaj gönderemeyeceğimizi de. Çünkü olay ufkundan dışarı ne ışığın, ne de aynı hızdaki radyo mesajlarının çıkamayacağının farkındayız. Peki merkezdeki tekilliğe doğru sürüklenirken son anılarımız ne olacak? Dışarıyı görmeye devam edeceğiz. Çünkü olay ufkunun içine ışığın girmesi serbest; yalnızca çıkışı yasak! Belki uzaktaki cisimleri biraz garip biçimlerde göreceğiz. Çünkü karadeliğin bir milyon Güneş’lik kütlesi, gelen ışık demetlerini bükecek. Bizi şaşırtan bir durum, böylesine güçlü bir cismin içinde olduğumuz halde kütleçekimini hissetmememiz. Nedeni, hala serbest düşüşteyiz ve deliğin güçlü çekim alanı, bedenimizin, gemimizin her noktasına aynı şiddetle etki yapıyor. Ancak tam altımızdaki merkeze 600.000 kilometre sokulduğumuzda bir gariplik hissetmeye başlıyoruz. Sanki ayaklarımız, başımızdan daha büyük bir kuvvetle çekiliyor. Merkeze yaklaştıkça bu etki artıyor ve kendimizi uzamış hissediyoruz. Daha da yaklaştıkça, son anımsadığımız, bedenimizin parçalanmak üzere olduğu. Ne yazık ki, gözümüzün önünden geçen yaşamımız, ancak kısa metrajlı bir film olabiliyor. Çünkü başından sonuna bu süreç fazla uzun değil.
Uzaklardan bizi seyreden ana gemideki arkadaşlarımıza gelince, işlerin yolunda gitmediğini anlamaları epey zaman alacaktı. Çünkü onlar, bizi karadeliğin olay ufkuna yaklaştıkça giderek yavaşlıyor olarak algılayacaklardı. Fizik kurallarına göre biz olay ufkunu çoktan geçip öldükten sonra bile arkadaşlarımız, olay ufkuna vardığımızı bir türlü göremeyeceklerdi. Sonsuza kadar bekleseler bile.
Biz de yeni oluşmakta olan bir karadeliğe yaklaşsaydık, ömrünü tamamlayıp çökmekte olan yıldızın giderek küçüldüğünü görecek, ama kara delik oluştuktan sonra dahi çöken maddenin olay ufkunu aşıp gözden kaybolmasını göremeyecektik.
Bu durumun nedeni, Einsten’ın kütleçekim kuramında saklı. Genel göreliliğin temel öngörüsü, kütlesi olan her cismin uzay-zaman dediğimiz dört boyutlu dokuyu, tıpkı üzerine ağır bir top konmuş esnek bir kumaş gibi çukurlaştırması. Bu çukurun üzerinden geçen herhangi bir cisim, hatta ışık, çukurun büktüğü düzlemden geçtiği için biraz eğrileşecek, ya da bükülecekti. Karadelikler, çok büyük kütleli cisim olduklarından, uzay-zamanda oluşturdukları çukurlar da bir dipsiz kuyuyu andırıyor. Çukurun bir kenarından içeri düşen bir cisim, hatta hızlı bir ışık fotonu bile, karşı duvara ulaşıp eğriyi tırmanarak yeniden düze ulaşamıyor. Einstein’ın gösterdiği gibi uzayla zaman aslında aynı şey olduklarından kütle zamanı da bükmüş oluyor. Bu nedenle zaman bizim için daha yavaş geçerken, uzaktaki arkadaşlarımız için daha hızlı akıyor. Eğer zamanında uyanabilseydik ve karadeliğe düşmeden olay ufkunun kenarında bir süre araştırma yaptıktan sonra dönebilseydik, kavuştuğumuz arkadaşlarımızı bizden daha fazla yaşlanmış bulacaktık.
Genel göreliliğe göre durum bu. Gerçekteyse arkadaşlarımız, gözden kayboluşumuzu izleyebileceklerdi. Nedeni de ışığın kırmızıya kayma olgusu. Karadeliğin yakınlarında uzaya saçılan ışık, giderek daha uzun dalgaboylarına doğru, ‘kırmızıya’ kayar. Bu durumda belirli bir dalga boyunda yaydığımız görünür ışık, arkadaşlarımızca daha uzun dalgaboylarında algılanacak. Sonunda saçtığımız ışık görünür olmaktan çıkacak, önce kızılötesi ışınlara, daha sonra da radyo dalgalarına dönüşecek, arkadaşlarımız, bizim varlığımızı ancak özel aygıtlarla izleyebileceklerdi. Sonunda dalga boyları öylesine uzayacaktı ki, arkadaşlarımız için tümüyle görünmez ve algılanmaz olacaktık.
* Doppler olayı, hareket eden cisimlerin yön ve hızlarını bulmamıza yarar. Eğer bir yılıdızın tayfındaki çizgilerde kırmızı veya maviye kayma varsa, cisim bizden uzaklaşıyor veya bize yaklaşıyor demektir. Kaymanın oranı da bize hızı verir.
Kaynaklar :
Bilim ve Teknik Dergisi / Kasım 1988
Ağustos 1994
Kasım 1999
Kasım 2006
Aralık 2006
http://antwrp.gsfc.nasa.gov/apod/ap040224.html
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/poster/icerik/20yuzyildabilim.pdf
Kuyruklu Yıldızlar
Oysa ki 1910 yılında yaşanan heyecan, 1985 yılından çok farklıydı. Zira o yıl Halley kuyrukluyıldızının Dünya’ya çarpacağı söylentisi yayılmış, bu yüzden özellikle Amerika’da pek çok kişi korunma önlemleri almıştı. Yani Halley’in son iki gelişi insanlar tarafından farklı şekillerde karşılanmıştı.

Konumuz kuyrukluyıldızlar. Halley en çok bilineni olduğu için giriş kısmını Halley ile yaptım. Siz bakmayın adlarında “yıldız” olduğuna, kuyrukluyıldızlar yapıları itibari ile birer “yıldız“ değillerdir. Tıpkı gezegenler, yıldızlar ve asteroidler gibi, Güneş Sistemi’nin bir parçası olup belli bir yörüngeye göre hareket ederler.
Kuyrukluyıldız ya da Latin kökenli dillerdeki şekliyle “comet“ sözcüğü, eski Yunanca’daki “saçı olan” anlamındaki “kometes” sözcüğünden türemiştir. Fakat “uzun saçlı yıldız” deyiminin ilk kez eski Mısırlılarca kullanıldığı sanılmaktadır. Bir kuyrukluyıldız, kirli buz, toz ve gazdan oluşur. Çekirdek, kuyrukluyıldızın temel yapı taşıdır. Kuyruğu ve saçı oluşturan gaz ve tozun kaynağı çekirdektir. Kuyrukluyıldızların çoğu, çıplak gözle görülemeyecek kadar sönüktür. Işık yayan cisimler olmadıklarından yalnızca Güneş’e yaklaştıklarında görünür hale gelirler. Güneş’ten kaynaklanan ışımayla, yapılarında katı halde bulunan gazlar süblimleşmeye başlar. Süblimleşme sonucu oluşan gaz ve toz birleşerek, çekirdeğin etrafında “coma” adı verilen, gaz ve tozdan oluşan bir atmosfer oluşturur. Kuyrukluyıldız Güneş’e yaklaştıkça, Güneş’ten kaynaklanan radyasyonun yani ışımanın etkisiyle bu gaz ve toz bulutu, çekirdeğin arkasına doğru yönelir. Sonuç olarak kuyrukluyıldızın, çağlar boyu kimi zaman hayranlık, kimi zaman korku uyandıran kuyruğu oluşur. Kuyruk, Güneş’ten kaynaklanan ışığı yansıttığı için, Güneş’e yaklaştıkça daha da parlaklaşır.
Kuyrukluyıldızlar, Güneş Sistemi’nin oluşumu ve hammaddesi hakkında önemli bilgiler taşıyan zaman kapsülleridir. Güneş Sistemi’yle aynı zamanda, yaklaşık 4,6 milyar yıl önce oluşmuş bu gök cisimleri, Güneş’e çok uzakta bulunan iki ayrı bölgede, Kuiper Kuşağı ve Oort Bulutu’nda çok sayıda bulunuyorlar. Özellikle Oort bulutunda bulunan kuyrukluyıldızlar, Güneş ışınlarının çok zayıf kaldığı bu bölgede milyarlarca yıl bozulmadan kalıyorlar. Çeşitli etkenlerle yörüngeleri basık hale gelmiş olan kuyrukluyıldızlar, Güneş Sistemi’nin içlerine kadar gelebiliyorlar. Kuyrukluyıldızlar kütleçekimsel olarak Güneş’e bağlıdırlar, yani Güneş etrafında dolaşırlar. Fakat gezegenlerin, örneğin Jüpiter’in yörüngesine oturan kuyrukluyıldızlar da vardır.
Kuyruklu yıldızların parlaklıkları, genellikle çekirdeklerinin boyutlarıyla orantılı değildir. Bu, daha çok, kuyrukluyıldızın ne kadar aktif olduğuna, yani ne miktarda madde buharlaştırdığına bağlıdır. Bu nedenle, eğer çekirdeği doğrudan gözlemek mümkün değilse, boyutlarını saptamak oldukça zordur.
Gezegenlerin çekim etkisiyle yörüngeleri bozulup, açık yörüngeler olan hiperbolik yörüngelere oturan kuyrukluyıldızlar, Güneş dizgesinden bir daha geri dönmemek üzere yıldızlararası uzaya doğru uzaklaşacaklardır. Aynı etkiyle küçük eliptik yörüngelere oturanlar ise bir süre Güneş çevresindeki yörüngelerini sürdüreceklerdir. Güneş’in sıcaklığıyla ısınan gazlar buharlaşarak uzaya dağılırlar. Bu yolla her dolanışında kütlesinin 200 de birini kaybeden bir kuyrukluyıldız, zamanla tümüyle dağılacak ve yok olacaktır. Kimi kuyrukluyıldızlar iyice parçalanarak bir göktaşı sürüsü haline gelebilirler.

Kuyrukluyıldızların yeryüzü için tehlike oluşturacağını biliyoruz. Bu nedenle, yakınlarımızdaki kuyrukluyıldızların yörüngeleri dikkatle hesaplanıyor. Günümüze kadar gezegenimiz için tehlike oluşturabilecek bir kuyrukluyıldıza rastlanmadı. Ancak, geçmişte bu tür çarpışmalar yaşandığına ilişkin belirgin kanıtlar var.
Bu noktada da konuyu Halley’in Dünya’ya çarpacağına inanan Şair Eşref’in dizeleri ile sonlandırmak istiyorum.
Bizi hep kadrodan hariç bırak da mahşere celbet,
Kemal-i kudretinden hali olunmaz bir muamma yap
Tutuştur kainatı mahv için kuyrukluyıldızla
Bu dünyayı değiştir ya ilahi, başka dünya yap
Bir süre sonra kuyrukluyıldızın Dünya’ya çarpmadığını gören Eşref bu kez hayal kırıklığına uğrar ve yeni bir dörtlük yazar:
Kuyruğuyla küreyi okşamadı
Ah kim olmadı kısmet ölmek
Biz züğürt kullarına Dünya’da
Demek Allah daha çok çektirecek
Kaynaklar:
Bilim ve Teknik Dergisi: Ağustos/1982
Temmuz /1994
Temmuz/1996
Haziran /2005
http://pluto.cc.ankara.edu.tr/~derman/derm...alley/giris.htm
Yıldızlar II
Yıldızlar
“Yıldızlar, tüm uzayı dolduran seyrek gazlarda doğarlar. Bu gaz, az sayıda helyum atomlarıyla hidrojen atomlarından oluşur. Bazı yerlerde bu gaz, oldukça yoğun yıldızlar arası gaz bulutları ile birlikte bulunur. Gravitasyonel teoriye göre gaz bulutunun kendi çekimi, bulutu kendine çeker. Bu, bulutu daha büyük yoğunluklara sıkıştırarak kendi üzerine çekmeli ve bulutun merkezi çok sıkışık bir bölge olmalıdır. Bir gaz sıkıştırıldığında ısınır. Bu yüzden her bir gaz küresinin merkezindeki sıcaklık 10 milyon ˚C ‘ye yükselir (nükleer reaksiyonların başlamasına yetecek bir sıcaklık). Bu reaksiyonlar hidrojeni helyuma dönüştürür ve çok büyük enerji açığa çıkarırlar. Sonuç olarak yıldız parlamaya başlar… ve bir yıldız doğar.”
Evet, özet olarak bir yıldızın doğumu böyle anlatılıyor. Evren, büyük patlamayla ortaya çıktığında, çok büyük oranda hidrojen ve az miktarda helyumdan oluşuyordu. Bizi ve çevremizdeki tüm cisimleri oluşturan daha ağır elementler, “yıldız” dediğimiz dev nükleer fırınlarda ve büyük kütleli yıldızların süper nova olarak patlamasıyla oluştu. Yani bir başka ifadeyle, varlığımızı yıldızlara borçlu olduğumuzu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Şimdi gelin hep birlikte Hubble’ın görüntüleri ile bir yıldızın doğuşuna tanıklık edelim…


2- Bu süreçte ışınıma uğrayan buluttan, yoğun gazlardan oluşmuş bir top ayrılıyor. İşte bu, bir yıldız oluşumunun başlangıcı. Bu, örneğin, çölde kum fırtınasının kumu savurarak taş ve kaya parçacıklarını ortaya çıkarması sürecine çok benziyor.

3- Yıldız “yumurtası” artık görünür hale gelmiş. Yumurtanın orta bölümünde henüz soğrulmamış gaz kütlesi var.

4- Yumurta ana buluttan ayrılıyor. İyonlara ayrılma ve buharlaşma devam ederken ortaya çıkan parlaklık yıldız oluşumuna işaret ediyor.
Bir yıldız, doğduğunda hidrojenden oluşan sıcak bir gaz topudur ve merkezindeki reaksiyonlar hidrojeni helyuma dönüştürdüğü için parlamaktadır. Bu safhaya kadar bütün yeni doğmuş yıldızlarda durum aynıdır. Bir yıldızı diğerinden ayıran ana faktör, yıldızın kütlesidir (ihtiva ettiği madde miktarı). Bir yıldızın kütlesi, doğumunda sabittir ve bu hem yıldızın ömrünü, hem de akıbetini belirler.
Nükleer reaksiyonlar ağır kütleli yıldızlarda çok daha hızlı meydana gelir; çünkü merkezleri daha sıcak ve daha yoğundur. Bu yüzden ağır kütleli yıldızlar, sıcak yüzeyleri ile daha parlak yıldızlardır. Bu yıldızları belirli bir sırada, ana kol yıldızları olarak sıralayabiliriz : Anakolun alt ucunda Güneş’ten çok daha sönük ve 3000 ˚C yüzey sıcaklığına sahip hafif kütleli yıldızlar, orta yerde 6000 ˚C yüzey sıcaklığına sahip Güneş tipi yıldızlar ve daha fazla Güneş sıcaklığına sahip 100 000 Güneş kütlesi kadar parlak olan ağır kütleli yıldızlar bulunur.
Peki evrende kaç yıldız var? Avustralyalı gök bilimci Simon Driver, belirli bir gökyüzü bölgesindeki toplam ışıktan yola çıkarak, görünen evrende en az 70 milyar kere trilyon yıldız olması gerektiğini hesaplamış. Bu tutar, Dünyamızın tüm kumsallarındaki kum taneciklerinden daha fazla. Ancak Driver, gerçek yıldız sayısının çok daha fazla olabileceğini, çünkü evrenin en uzak yerlerinden ışığın henüz bize ulaşmadığını söylüyor.
Diğer yıldızlara baktığımızda, Güneşin %5’i kadar kütleden başlayıp, 100 güneş kütlesine kadar değişen kütleler görmekteyiz. Daha küçük kütlelere sahip yıldızlar yoktur; çünkü bu kütlelerde, yıldızın çekirdeği nükleer tepkimeleri başlatacak kadar ısınamaz. Kütlesi çok büyük olan bir yıldız ise o kadar ısınır ki, merkezindeki ışımanın yarattığı basınç yıldızı patlatır.
Peki bir yıldızın parçalarını bir arada tutan kuvvet nedir? Bu kuvvet, kütle çekimidir. Yıldızlar, genellikle durağan bir yapıya sahip olduklarına göre, kütle çekimine karşı koyacak ve çökmeyi durduracak, içerden kaynaklanan bir basınç kaynağına ihtiyaç vardır. Bir yıldızı oluşturacak gaz bulutu çökmeye başladıkça, basıncının artmasıyla birlikte, sıcaklığı da artar. Gaz bulutu belirli bir sıcaklığa ulaştığında, merkezindeki sıcaklık, yeterli basıncı yaratarak çökmeyi durdurabilir. Ancak, sıcak gazın oluşturduğu bu yıldız, enerjinin korunumu ilkesine göre, yaydığı ışınımdan dolayı enerji kaybedecektir ve bu nedenle zamanla soğuyacaktır. Çökmeyi durduran basınç kaynağını kaybeden yıldız ise çökmeye başlayacaktır.
Kırmızı Dev
Yıldızlar ilk aşamada enerjilerini, hidrojeni helyuma dönüştürerek üretirler. Bir yakıtı tüketen yıldız, bir diğerini yakmaya başlar. Çekirdekteki hidrojenin tükenmesiyle, helyum atomları birbirleriyle tepkimeye girer ve karbon atomları oluşur. Helyumun yanmasıyla birlikte, yıldızın merkezindeki sıcaklık, çok daha yüksek bir düzeye ulaşır ve çekirdeğin etrafındaki hidrojenin de yanmasını sağlar; bu da, içerideki basıncın daha da artarak yıldızın genişlemesine yol açar. Yıldız bu aşamada, ömrünün büyük bir dönemini geçirdiği ana koldan ayrılır. Böylece, yıldız bir kırmızı dev haline gelir.
Helyum füzyonunda, toplam olarak hidrojen füzyonundan daha fazla enerji ortaya çıkar. Bu nedenle helyumun yanıp tükenmesi, hidrojenin tükenmesinden daha az sürede olur. Helyum füzyonu sonunda ortaya çıkan ürünler, daha başka füzyon işlemlerine yol açar; ancak helyum füzyonunda ortaya çıkan enerji, hidrojen füzyonundakinin yaklaşık yirmide biri kadardır. Buna karşın kırmızı dev, çok büyük miktarda enerji yaymayı sürdürür. Bir yıldızın yaşam süresi açısından bu, kırmızı dev formuna geçiş aşamasının çok uzun olmaması anlamına gelir. Bu nedenle gökyüzünde görülebilen kırmızı devlerin sayısı çok azdır. gök adadaki yıldızlardan yalnızca yüzde 1’i kırmızı devdir
Büyük kütleli bir yıldız, çekirdeğindeki nükleer tepkimelerde, sırasıyla şu maddeleri yakar: Hidrojen, helyum, karbon, neon, oksijen, silisyum. Yakıtın sınırlı oluşunun yanında, tepkimeler, en düşük ve kararlı enerjiye sahip olan demir oluşana kadar devam eder. Bu aşamada, çekirdekteki tepkimeler sona ererek yıldız evriminin “çekirdek yanması” kısmı sona erer. Artık basıncı dengeleyecek bir kuvvet kalmadığı için, kütle çekimi galip gelir. Dengelenemeyen kütle çekimi, yıldızın çökmeye başlamasına yol açar. Farklı yakıtların yakıldığı her aşamada biraz daha yüksek sıcaklıklar ortaya çıkar. Bu nedenle, yakıt daha çabuk tükenir; yani her evre, bir öncekinden daha hızlı geçer. Son evrelerde, artık bu bir patlama şeklinde gerçekleşir ve ortada yalnızca demirden bir çekirdek kalır. Bu aşama yıldızın “ölümü” olarak kabul edilir. Artakalan maddenin kütlesine bağlı olarak oluşacak cisimler ise üç gruba ayrılır. Beyaz cüceler, nötron yıldızları ve kara delikler.
Beyaz Cüce
Bulunmaları zor olmakla birlikte (bu yıldız kalıntıları, sönük olduklarından kolay kolay görülemiyorlar), gök bilimciler bu ilginç yapılı ölü yıldızlara fazlaca ilgi gösteriyorlar. Bunda da haksız sayılmazlar. Çünkü, yıldızların %98’i evrimlerin son aşamasında beyaz cüceye dönüşüyorlar. Bu da neredeyse evrendeki tüm yıldızların ortak sonunun bir beyaz cüce olacağı anlamına geliyor.
Beyaz cüceler çok yoğun gök cisimleridir. Yıldızın artakalanının kütle çekimi, gaz basıncına baskın gelecek kadar güçlüdür. Yıldızın daha fazla çökmesini önleyen, elektronların “Pauli dışlama ilkesi” denen özelliğidir. Buna göre, iki elektron aynı kuantum durumunu paylaşamaz. Bir başka deyişle, bir beyaz cücenin kütle çekimi elektron basıncı nedeniyle maddenin daha fazla sıkışmasını engeller. Bu basınçta beyaz cücenin içindeki madde denge durumuna ulaşır. Bu, hiç de küçümsenecek bir basınç değildir. Bir beyaz cücenin yoğunluğu, suyun yoğunluğunun yaklaşık bir milyon katıdır. Yeryüzündeki hiçbir madde bu kadar yoğun olamaz. Bir karşılaştırma yaparsak, yeryüzündeki en ağır element olan saf iridyumun yoğunluğu suyunkinin sadece 22,65’idir. Altınınki yaklaşık 19,3 ; demirinkiyse 7,9’dur.
Bundan yaklaşık 6 milyar yıl sonra, bir yaz günü gökyüzüne bakan biri, Güneşi şimdi gördüğümüzden çok daha farklı görecek. Parlak ve göz alıcı Güneş’in yerinde, sönük ve eskisi gibi ısıtmayan bir beyaz cüce olacak. Doğal olarak Dünya’dan böyle bir olayı izlemek hayal olsa gerek; çünkü, bundan yaklaşık bir milyar yıl önce Güneş, yeryüzündeki tüm yaşamın silinmesine yol açacak olan kırmızı dev aşamasından geçecek.
Kaynaklar:
Bilim ve Teknik Dergisi / Kasım 1994
Bilim ve Teknik Dergisi / Mart 1996
Bilim ve Teknik Dergisi / Mart 2001
Bilim ve Teknik Dergisi / Mart 2004
Mitoloji ve Din
Aradaki fark şudur:
İnsanlar Yüzüklerin Efendisi serisinde anlatılan mitik temalara kurgusal gözle bakmadıkları ve onlar ile gerçek hayatta bir bağ kurmadıkları sürece bu temalar mit olarak tanımlanamaz. Demek ki aradaki fark, bunlara inananların olup olmamasıymış.
Eğer Muhammed'in ortaya koyduğu öğretilere de inanan birileri çıkmasaydı, bu öğretilerde ortaya konan ilahi varlıklar da birer kurgu olarak kalacaklardı. Gerçi her ne kadar o dönemde Hristiyanlar ve Museviler olsa da ve bunların inançları Muhammed'in anlattıkları ile benzerlik gösterse de, özellikleri bakımından diğer inançlardaki ruhani varlıklarla temelde farklılık gösterirler. Örneğin yahudilerin tanrısı ile İslam'ın tanrısı özellikleri bakımından aynı değildir.
Şimdi buraya kadar anlattıklarımdan "din ile mitoloji aynı şeydir" demek istediğim anlamı çıkmasın. Temelde bunlar farklıdır. Ancak yadsınamayacak olan , dinlerin büyük oranda mitolojik temalar içerdiğidir.
Şimdi bir örnekle devam etmek istiyorum...
Eski Roma'da volkan konilerinin, tanrıları yenilmez kılan silahları yapan usta ve ateş tanrısı Vulcan'ın yer altındaki atölyesinin bacaları olduğuna inanılırdı. Şimdi Vulcan mitolojik bir varlıktır; ancak aynı zamanda da bir tanrıdır.
Şimdi bırakalım İslam inancındaki ruhani varlıkları sorgulamayı, bir volkanbilimciye Roma mitolojisindeki Vulcan'ı soralım. Bize vereceği cevap ne olacaktır sizce? Eğer yalnızca bilim adamı kişiliği ile bir cevap verecek olsa, Vulcan'ın varlığını ya da yokluğunu tartışmayacak, ancak volkanların o dönem insanlarının zannettiğinden çok daha farklı bir yapısının olduğunu söyleyecektir.
İşte bilim burada felsefe için bir araçtır. Volkanbilimcinin verdiği bilgilerden yola çıkarsak, aslında Vulcan diye bir varlık olmadığını, Vulcan'ın eski çağ insanlarının bilinmeyene karşı gösterdikleri bir yaklaşımın sonucu olduğunu kavrayabiliriz. Evet bilim bize Vulcan vardır ya da yoktur dememiştir. Ancak bilimin ortaya koyduğu veriler Vulcan diye bir varlık olamayacağını anlamamıza yetmiştir. Ancak Vulcan inancına sahip birisi size şöyle de diyebilir :
"Yerçekirdek esas olarak demir ve nikelden oluşur (Bilimsel bir iddia. Şu an öyle olduğu sanılmaktadır). Vulcan da demirci bir tanrıdır ve Etna yanardağı'nın altında, Dünya'nın merkezine yakın bir yerde demirci faaliyetini sürdürür. Yerçekirdeğin de kısmen demirden oluştuğunu bildiğimize göre, Vulcan'ın bulunması gereken en uygun yerin, bir yanardağın altı olduğu ortaya çıkar. Bilim Vulcan'ı yalanlamıyor, bilakis bunu doğruluyor"
Diğer taraf da bilimsel verilerden yola çıkarak mitolojik bir varlığa delil sunmaya çalışabilir. Ama ne kadar inandırıcı olur?
Şu an teist arkadaşlarımızın yaptığı da, tıpkı Vulcan'ı bilimsel verilerle doğrulamaya çalışan birinin durumu gibidir. Kendilerine göre bilim Vulcan'ı doğruluyordur.
Astroloji
"Din" desen, değil... İnsanı tanrı yarattı da, karakterlerini gökcisimlerinin konumları mı belirliyor?
"Bilim" desen, bilime hakaret etmiş olursun. Ayrıca psikiyatrların diplomalarını alıp medyumlara vermek gerekir...
"İstatistik" desen, "falanca tarih aralığında doğanların karakterleri % 80 oranında şu gruba dahildir" gibi bir veri de yok elimizde...
"Mantık" desen, milyonlarca kilometre uzaklıkta, kendi hallerinde dönüp duran gök cisimleri insanın karakterini ne diye etkilesin ? (Hem de doğduğu tarihe göre)
Üstelik ben, insanların karakterlerinin yaşadığı çevre koşullarına göre şekillendiğini sanıyordum. Yoksa insanın karakterini yaşadığı çevre değil de, astroloji mi belirliyor?
Ben bu işin içinden çıkamadım arkadaşlar... Nasıl oluyor da bu kadar insan böyle bir inancın peşinden koşabiliyor? Hani bırakın boşa harcanan zamanı, bence bunun dışında önemli zararları da var... Neler mi bunlar ?
* İnsanları burçlarına göre sınıflandırarak haklarında önyargılar edinmek..
* Kendini, içinde bulunduğu burcun özelliklerini taşıdığına inandırarak, sahip olmadığı karakteristik özelliklere bürünmeye çalışmak..
* Gökcisimlerinin özellikleri gibi yapıcı sohbetlerde bulunmak varken, bu gökcisimlerinin insanlar üzerindeki karakteristik etkisi gibi bence son derece gereksiz muhabbetlere girmek.
Gerçekten merak ediyorum ; nedir arkadaşlar bu işin cazibesi?